sıcak bir ilkyaz öğleden sonrasıydı, kuzey marmara sahillerinin ıssızlığında, güneş ayçiçek kafalarına doğru alçalmakla meşguldü. ayçiçekler daha o zamanda sarı kafalarını çıkarırlardı sanki. artık temmuz olmadan ayçiçek kafası göremiyorum pek. yanılıyorum olabilirim bu konuda, ama bir şeyden eminim ki, deniz kenarında ve güneş altında oynayan çocukların sırtlarına otuz koruyuculu yağ sürülmezdi o yıllarda. yaşardık denizin kıyısında bir porsuk gibi, şirindik de bir porsuk kadar :)
denizin kıyısında kumdan kale yapıyordum. burçlar vardı, köşede ise kocaman kuleler. surların önündeki hendeğe deniz suyu doluyordu, böylece düşmanların surları atlaması kolay olmayacaktı. hayallere dalmıştım işte öyle, oynuyordum kendimce, mutluydum, yanımda bir iki kuzen de vardı mutlaka. bu esnada babam ve amcam denizden geldiler kayıkla. onların denizden kayıkla gelmeleri ve yanlarında balık getirmeleri çok yeni bir şey değildi, sanki daha küçüklüğümden bildiğim bir şeydi. ancak o gün farklıydı: babamın ve amcamın omuzlarında halka halka soğanlar asılıydı. bu yeni bir şeydi ama o zamanlar benim için birçok şey yeniydi. havada uçan bir adam görsem "daha önce havada uçan kimse görmedim, ama zaten yaşım kaç, şimdiye kadar ne gördüm ki?" diye düşünür ve uçan adama şaşırmazdım büyük ihtimal. boynunda soğanlardan bir halka taşıyan baba figürü beni uzun süre ilgilendirmedi, birkaç saniye baktım ona ve "bundan sonra baba denizden boynunda soğan halkalarıyla da gelebilir, buna hazırlıklı ol" diye geçirdim içimden ve kumdan kaleme geri döndüm, düşmanlar gelmek üzereydiler.
sonra babam beni olduğum yerden kaldırdı, kucağına alıp kayığa taşımaya başladı. ailecek bir gezecektik herhalde. kayığa binmek iyi bir deneyim değildi benim için, pancar motorun gürültüsü beni korkutuyordu o zamana kadar, yanımda büyük kim varsa ona sarılırdım hep.
babamın beni kucağında kayığa taşıdığı anları bugün hala hatırlarım. denizin içine bakıyordum, aşırı berrak suda babam yere bastıkça altından denizin kumu kalkıyordu, ayağının yanından kaçışan küçük kum balıklarını, yengeçleri görüyordum. hatta koca bir dil balığı da fırlamıştı yakınımızdan. ilk olarak o gün korkmadan dolaştım kayıkla, kendimi büyümüş hissettim, motor sesi korkutucu gelmedi. mavi denizin içinde kaybolan güneş ışınlarına baktım, dipleri gördüm, kıyıya yaklaştıkça denizin ağardığını farkettim. çanta köyü'nün sırtlarındaki höyüğün arkasından batan güneşi gördüm. ilk defa deniz üzerindeyken, karada batan güneşi gördüm. ne bilinmez olarak gözükmüştü deniz gözüme, oradaki her şey de yeniydi bana, aynı soğanlı baba gibi...
şimdi binlerce deniz yolculuğundan, yüzlerce deniz belgeselinden, denizle ilgili onlarca kitaptan, büyüklerden, ustalardan dinlenmiş hikayelerden, kendi ellerimle yakaladığım ve bana ve sevdiklerime besin olmuş yüzlerce balığın kalbimdeki sızısından, onlarca aletli dalış, binlerce serbest dalış anından, vücudumun bazı yerlerindeki deniz hatıralarından, en bulanık, lağımlı istanbul sularından ve en berrak tropikal denizlerden sonra... deniz benim için hala dördüncü yaşımdaki kadar yeni. deniz, sürekli öğrendiğim yer. aceleciliği ve dinginliği, sabırlı olmayı ve sabırsız olmayı, ihtiyatlı olmayı ve düşünmeden yaşamayı, sabretmeyi, dakik olmayı, ama yeri geldiğinde bir anda gitmeyi, sadece ileri değil aşağısı ve yukarısı da dahil tüm çevreme bakınmayı ve daha başka bütün her şeyi.
sabah kalkınca deniz yerinde duruyor mu diye denize bakarım ben. hah derim deniz orada duruyor, bir yere gitmemiş, işler yolunda demek ki derim. çünkü benim için deniz halen bir sabah kalktığımda onu yerinde bulamayacağımı düşündürtecek kadar bilinmez.
deniz varsa umut her zaman var diyeceğim izninizle, büyük konuşacağım. çünkü bilinmezlik, ama bilinmezliğin farkında olmak içinde her zaman bir umut taşıyor.
Başakşehir Vestel Servisi
Başakşehir Vestel Servisi
Başakşehir Vestel Servisi
Başakşehir Vestel Servisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder